Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır deyip duruyor abim.
Sonra senden bir söz geliyor.
Ben bir bülbülüm
Dağın eteğinde evim vardı
Şimdi yüreğim alevli
Yüreğim derin yaralı
Artık türkülerimi nerede söyleyeyim
Ben bu soruların altından nasıl kalkayım.
Ben de yaralıyım, benim de evim yıkılmış, köyüm yakılmış, ben de yersiz yurtsuzum, göçmen kuşlar gibiyim.
Boynum kesik, kanıyorum sürekli, sana nasıl şifa verebilirim.
Ağbime söz anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür.
Devgençliydi gençliğinde, eve Deniz Gezmiş'in, Yılmaz Güney'in posterlerini asmıştı, babamın pikabında Selda Bağcan dinler, kırmızı şarap içerdi.
Saldırgan, sinirli, kavgacıydı, her gün bir vukuatı olurdu, babamı bezdirmişti.
Askerliği Kıbrıs'ta yaptı, dönüp geldi, iş güç yok, evleneceğim diye tutturdu, sevgilisi Mine'ydi, isteyin yoksa kaçıracağım, dedi.
Annem babamı ikna etti, nişanlandı.
Kıza tat vermedi tabi, kıskançlıktan Kız Sanat Okulu'ndan ayırdı, eve kapattı, nefes aldırmadı.
Nihayet evlendiler.
Kış tatilinde memlekete gittiğimde annem, 'oğlum İskenderun'da bir hoca varmış, gidip şuna muska yazdıralım' deyince durumun sandığımdan vahim olduğunu anladım.
İlk geceden başlayarak kızı hayvan gibi dövüyormuş.
İş güç de olmayınca, herkese saldırıyor, gözü üstünde kaşın var diye girişiyormuş.
Annemle gittik, Soğukoluk'a yakın bir köydeki hocaya.
Hoca şaman gibi sedire bağdaş kurmuş, şişmanca, çenesinde seyrek ve uzun sakalı olan, gözleri çekik, gözbebekleri kedilerinkine benzeyen, korkunç bir şeydi.
Annemle karşısındaki kanepeye oturduk.
Hal hatırdan sonra, 'nedir mesele?' diye sordu.
Annem uzun uzun anlattı.
Arada bana bakıyordu.
Annemin konuşması bitince, 'bu delikanlı da oğlun mu?' diye sordu.
'Evet', dedi annem.
'Bunun alnında bir nur görüyorum' dedi...
Annem kıvançla baktı bana.
Öyledir yavrum, dedi, bizi hiç üzmedi, namazında abdestindedir.
Talebe misin?
Evet.
Sana bir muska yazacağım, üzerinde taşıyacaksın, bahtın açılacak, rızkın genişleyecek...
Annem, Allah razı olsun, dedi.
Sarı, çizgili bir kağıda sabit kalemle benim muskayı yazıp katladı, naylona sardı, anneme uzattı.
Sakalını kaşıdı.
Sıkıntılı bir sesle,
Senin, dedi, diğer oğlanla, o canavarla işimiz biraz zor. Ona iki ayrı şey yazacağım. Birini yakıp suya karıştıracaksınız, altı gün sabah öğlen akşam içecek, yedinci gün kalan suyu hamam suyuna katacaksınız, onunla yıkanacak, muskayı da cekedine, devamlı giydiği bir şeyin içine dikeceksiniz.
Anneme de sirayet etti sıkıntı. Umutsuzlukla çaresizlik karışımı bir sesle, derin derin soluyarak,
İnşallah hocam, dedi, inşallah...
Babamdan gizli biriktirdiği paranın tümünü hocaya verdikten sonra çıktık annemle.
Tabi hocanın talimatlarını uygulamak kolay olmadı.
Ben Hüseyin Rahmi romanlarından yapılmış bir korku-komedi filmi seyretmişim gibi hissederek döndüm Ankara'ya.
İki hafta sonra aradığımda, annem bu kez,
Oğlum bir haftasonu gel nolur, büyüden sonra oğlan bu sefer aşırı kılıbık oldu, yengen de yüklü, öyle davranıyor ki, baban utanıyor artık.
Tuhaf ama, benim de bahtım açılmış, cep harçlıklarıyla ay sonunu getirmeye çalışırken birden iki vakıftan burs almaya başlamış, bir de maaşı gayet iyi bir yarım günlük iş bulmuştum.
Neyse uzatmayayım, yaz tatilinde yıllık iznimi alıp geldiğimde, annemin dediği kadar olduğunu gördüm.
İlk çocukları Riyad doğmuştu, eşine karşı o kadar saygılı ve nazikti ki, sofrada ağzına lokma vermeler, en küçük bir sorun olduğunda şefkat ve sabırla davranmalar, doğrusu annemden daha büyük oldu şaşkınlığım.
Ama, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır muhabbetinden vazgeçmiyordu.
Nihayet ısrarlarına dayanamayıp kabul ettim ve Cuma günü öğleden sonra oniki kişilik bir minübüse yirmi kişi tıkınarak Menzil'e doğru yola çıktık.
Ahmed hoca mihmandarımızdı. Nurşin'li bir seyyit. Hafız ve molla. En çok ilgimi çeken Mem u Zin şerhi okumuş olması. Risale-i Nur'dan da tederrüs etmiş. Sekiz çocuk babası, yoksul, Efendimiz'in adı anıldığında ağlayan, çok tatlı bi adam.
Kuran, İlahi ve kelime-yi tevhid, hayy ve hu zikirleriyle, sıcaktan bunalarak, bozuk yolların sarsıntısı ve tozu arasında Menzil'e ulaştık.
Hamur olmuştuk, suyumuz çıkmıştı.
Ahmet hoca'nın imametinde yatsı namazını kılıp kuru esmer ekmeğe katık edilen suyu bol, tadı tuhaf bir çorba içtik, uyuduk.
Sabah ezan sesine uyandık. Büyükçe bir salonda yerde, kurbanlık koyunlar gibi sıralanmış bir halde idik.
Bir telaş, bir koşuşturmaca.
Saf, temiz bir hava vardı dışarıda, su sesleri, hafifçe esen rüzgar, hangi çiçeklerin rayihasını taşıyorsa artık...Dikkatimi çeken ve bana en çok uyan, sofilerin tütün tiryakiliği idi. Tütün ve demli çay. Sabah namazından önce yanına oturduğum sofi, 'insan bir mültecidir ahi' dedi, 'kendi gönlünden başka sığınacak bir yeri yoktur.' Bu bir şaka olmalı diye düşündüm. Yanımdaki şalvarlı, başında beyaz bir sarık, yüzü traşsız, Gölbaşı tütününden sardığı kalın sigarasını derin derin emen, yüzü dumanın gerisinden güçlükle seçilen adamın aklımdan geçeni okuyup bana Tebrizli Şems gibi, 'Allah'ın sırrı sensin, kalbine sefer et' demesi rüyadan başka bir şey olamazdı.
Bir örtü vardı evet, her şeyden gözümüzü perdeleyen örtüler vardı, belki edep bu idi. Onlarınki Batıni bir muameleydi, gönülleri gizli şeyleri anlıyordu. Namazdan sonra Seyda'nın babasının kabrine gidip çay ocağına döndük. Çayın kokusu, tütüne karışmış, ikili üçlü grupların muhabbeti dünyanın ne kadar şenlikli bir yer olduğunu gösterir bir hale bir melale bürünmüştü. Bizim grup da bölündü, ağbim ve Ahmet hoca dışında üç sofi daha katıldı bize.
Öğleye kadar el-Hüseyni'nin türbesine gittik, türbenin ardındaki bayırda dolaştık, dönüp çay içtik, sigara sardık. Öğle ezanına bir saat vardı. Seyda'nın evinin karşısındaki dut ağacının gölgesinde oturuyorduk ki bir hareketlenme oldu. Mescidin kapısı açıldı, sakallı, ak sarıklı, siyah cübbeli bir adam, Kürtçe aksanlı Türkçeyle bağırdı : 'Daktilo bilen var mı?' İmamı duymayan cemaat için müezzinin, özellikle Cuma namazlarında tekbirleri tekrarlaması gibi birkaç kişi daha yüksek bir sesle cümleyi yineledi : 'Daktilo kullanmayı bilen var mı?' Tam o anda ağbim kolumdan tuttu sürükledi, 'var var!' Kendimi bir anda, sonradan Seyda'nın halifesi olduğunu öğrendiğim su gibi arı duru adamın yanında, bir koridorda yürürken buldum. 'Bir derdim var, bin dermana değişmem' der gibi bir hal bir melal içerisindeydi adam. Tam bir teslimiyet içerisinde, arada bana gülümseyerek yürüyordu. Koridor bitti, bir kapıdan geçtik, bu kez daha kısa bir koridora girdik, bir kapı daha geçtik, avluya çıktık. Zeminine sarı, damarlı taş döşenmiş hayatı da geçerek haznenin kapısına geldik. Çaldı, cevap beklemeden açtı, 'gel' dedi. Sanki toprak yarıldı, altından deniz göründü, içeri adımımı atınca ayağım suya battı. Kırçıl bir Kürt kilimi seriliydi. Duvarlar beyazdı, boştu, haznenin kalın duvarlı penceresine oyulmuş izlenimi veren küçük pencereden düşen güneşten mi yoksa başka bir nurdan mı içerisi ışıl ışıldı. Tüy gibi hafiflediğimi hatırlıyorum. Yerçekimsiz bir uzama girmiş gibiydim. Seyda'nın çehresindeki tebessümün, yüzünün doğal hali olduğunu sonradan fark ettim. Gözlerinde mavi, kirli sarı karışımı bir renk oynaştı, ardından bir ışıltı belirdi, bir şefkat yağmuruyla yıkandığımı hissettim. Bedenim çözülüyordu. Hücrelerim birbirinden ayrılıyor, yüküm hafifliyordu. 'Otur' diye işaret etti. Onun gibi diz üstü çöktüm. 'Şöyle gel' dedi, yanına sokuldum. Adam küçük bir sehpa getirdi, köşede yerde duran küçük olimpiya daktiloyu üzerine koydu. Kapağını açtım. Kağıdı taktım. Adam diğer yanına oturdu. Başı önüne eğik, pul pul dağılan bir sesle, Kürtçe bir şeyler söyledi. Halifesi Türkçeye çevirdi ama bunun Kürtçe ile Türkçe arasında kırma bir dil olduğunu söylemek daha doğru olur. İlk cümleyi anlamıştım, besmeleydi. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla diye başladım. Tuşlara nasıl vurdum, neler yazdım, o dağınık grameri nasıl toparladım hatırlamıyorum. Kendimi yanında günahkar, kirli hissettiğim bu iki ırmağa dalmış, onlar beni nereye sürüklerse gidiyor gibiydi. İkinci kağıdın yarısına kadar yazdım. Bitince halifesi mührünü uzattı, alıp bastı. Mektup hacılara hitaben yazılmıştı. Onlara çevresinde döndükleri o siyah taşın, gerçekte insanın kalbi olduğunu. Sağdan sola döndüklerini, zikrin de kalbe bükülerek yapıldığını, böylece insanın kendisindeki ilahi merkezin çevresinde tavaf ettiğini, tavaf ın, hareket halinde kılınan bir namaz olduğunu, namazda insanın şeytanın etkisinden uzak bulunduğunu, o halde edilen duaların geri çevrilmeyeceğini, dünyadaki bütün mazlumlar için yakarmalarını öğütlüyordu. Adam mektubu aldı, daktilo ve sehpayı yerine koydu, çıktı. Çıkınca sessizlik oldu. Deniz durgunlaştı. Dalgalar çekildi. Deniz cam gibiydi. Dibindeki balıklar, yosunlar görünüyordu. Başımı iyice öne eğmiştim. Sanki bana bakıyordu. Kendimi daha hafiflemiş hissediyordum. Yıkandığımda bedenim nasıl rahatlıyor, bir rehavet ve uyku hali, bir hafiflik duygusu oluyorsa, şimdi de böyleydi. Koyu bir sessizlik. Çıt yok. Bir ormandayım sanki. Bir bulutun içine girmişim. Mavi ve beyaz...Başımı bir el çevirir gibi çekinerek ve utanarak döndüm baktım. O da bana baktı. Yine gülümsüyordu. Gözleriyle bedenimi yıkıyor, temizliyor ve kalbinden bir bağ atarak kendine bağlıyordu. Sanki Şah Hatayi gibi, 'bir nefescik söyleyeyim/dinlemezsen neyleyeyim...diyordu. Benimkisi bir nefes...İster dinle ister dinleme. Seni zorlamıyorum. Madem denizi gördün, ormana girdin, içine bir ateş düştü, sen bilirsin. Göğsümün yarıldığını, içine eliyle dokunarak bir şey yazdığını, ona içindeki gayrı dağıtarak bir yumruk vurduğunu hissettim. Tekrar başımı öne eğdim ve yavaş yavaş küçülerek yok olduğumu gördüm. Sanki canım tenimden ayrılmış, bedenime dışarıdan bakıyordu. Kaybolmuştum. Bir sırrın içine girmiş, orada çiğ tanesine dönmüştüm. O sessiz belirsizliğin içinde ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Neden sonra omzuma dokunan parmaklarındaki şefkatle irkildim. Gülümseyerek baktı ve fısıltı halinde birkaç cümle döküldü dudaklarından. Dua gibiydi. Şimdi küçülen bedenim yine buluta girer gibi avcundaydı. Varlığımı kavramıştı. Durgun bir nokta gibiydim. Sabit, hareketsiz, bir daireye yerleşmiş...Kapı açıldı, halifesi girdi. 'Hadi...' dedi. Döndüm doğrulurken elini öpmeye çalıştım, çekti, başımı okşadı gülümsedi. Odadan çıktık.
Denizden çıkar gibi çıktık. Varlıktan ayrılmış tekrar dönmüştüm. Koridor bergaz gibiydi. Kapıya yaklaştık, dışarıda günlük güneşlik sesler geliyordu.
Ağbim ve sofiler beni görünce saldırır gibi sorular sormaya, beni çekiştirmeye başladılar.
'Çay içmek istiyorum' dedim. Çay ocağına yürürken içerde olup biteni anlattım. Dokunduğu yere dokunmaya çalışanlar, benim ne kadar şanslı olduğumu söyleyenler arasında ezana kadar birkaç demli çay içtim.
Namaz için mescide girdik.
Kalabalıktı. Safın boş bir yerine çöktüm.
Hafif bir rüzgar, dışarıdaki sıcağın aksine serinlik yayıyordu. Kokusunu ve sessizliğini unutamıyordum. O belirsiz büyü içinde beklemeye başladım.
Çıt yoktu.
Birden ürpertici bir dalgalanma oldu.
Cami avlusunda hızla arasına dalan birinden güvercinlerin kaçışı gibi cemaat ayaklandı.
Herkes ayakta ve tazim içinde yine çıt çıkarmaksızın bekledi. Birkaç saniye sonra ceylan gibi süzüldü. Yine mütebessimdi.
Elleri arkasına bağlı, hafif adımlarla yürüdü.
Karşıda, mihrabın yanındaki pencereye gitti. Sırtı cemaate dönük, halde kısa bir süre dışarı baktı. Yavaşça döndü. Tam cemaate baktığında, öncekinden daha çok ürpertici bir 'Al-laaah!' diye bir çığlık yükseldi, birkaç mürid cezbeyle düştü. Gülümsedi.
Mihraptaki yerine geçerek tekbir aldı.
Ardında kıldığım namazda en çok secdede uzun uzun kalarak ettiğim duayı ve secde yerinden alnıma ve kalbime sızan nuru hatırlıyorum.
Namazdan sonra tövbe alındı ve çorba içildi.
Demli çayı yudumlarken, çevremden gitgide koptuğumu, onun yüzünü, alnındaki nuru, gözlerindeki ışıltıyı ve omzuma dokunan parmaklarındaki yağmuru gördüğümü hatırlıyorum.
alıntı